SORU: MIKTA Parlamento Başkanları Toplantısına ilişkin genel bir değerlendirme alabilir miyiz?

MIKTA, farklı bölgelerden aşağı yukarı birbirine benzer ekonomik durumları olan, farklı kültürleri olan, dünyanın farklı bölgelerindeki halkları temsil eden Meksika, Endonezya, Güney Kore, Türkiye ve Avustralya'nın bir araya gelerek oluşturduğu bir platform. Bu platformun önemli ayaklarından bir tanesi de parlamento başkanları toplantısı. Bu sene 9’uncusu yapıldı. Seneye de Meksika dönem başkanlığını alıyor, orada da 10’uncusu yapılacak.

Üç temel konuda oturumlar oldu. Birinci oturumda günümüzün meselelerini ve çözüm yollarını, ikincisinde çevre, iklim değişiklikleri ve küresel ısınma konularında ortak olarak neler yapılabilir konuşuldu. Üçüncü oturumda da gençliğin yetiştirilmesinde, geleceğin hiçbir şekilde hazırlanmasını sağlamak için yapılabilecekler başlıkları ele alındı.

Türkiye'nin bu tür çok taraflı uluslararası platformlarda var olması, sözünün geçerli olması fevkalade önemlidir.

Tabii biz İsrail'in Filistin’e işgali başladığından beri bütün uluslararası platformlarda gündem ne olursa olsun, konuyu mutlaka bir şekilde Gazze’de yaşanan insani dramlara, artık soykırım boyutlarına varmış olan katliamlara çekiyoruz.

Toplantının gerçekleştiği 20 Kasım günü, Dünya Çocuk Hakları Günü’ydü. Ben konuşmamda, “Ne garip tesadüftür ki Çocuk Hakları Günü’nü kutladığımız bir günde, biz burada konuşurken onlarca Filistinli çocuk İsrail’in saldırgan politikaları sonucu öldürülüyor ve hayattan koparılıyor.” ifadesini kullanmıştım. Buradaki konuşmalarda da Filistin meselesine ilişkin görüşlerimizi detaylıca ifade etme imkanını bulduk.

Toplantı sonunda açıklanacak nihai bildiriye de özellikle “acil ateşkes” ve “insani yardım koridoru açılması” teklifimizi yazdırmaya çalıştık. Ama bir ülkenin itirazıyla ortak metinde yer almadı. Endonezya Meclis Başkanı ise, ortak bir deklarasyon olmamasına rağmen, ev sahibi olarak yaptığı son açıklamada, bizim de katıldığımız “acil ateşkes”, “insani yardım” ve “iki devletli çözüm” fikrini dile getiren bir bildiri yayınladı.

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının başladığı günden itibaren TBMM Başkanı olarak katıldığım beşinci uluslararası toplantı. Neredeyse bunların hepsinde boğuşuyoruz. İsrail’den daha çok İsrailci devletlerin olduğunu görmek insanı hakikaten üzüyor. Bazıları hem İsrail’i rencide etmemek hem de İsrail'in koruyucularına karşı bir şekilde kötü durumda kalmamak için bırakın soykırımı, bırakın katliam kelimesini kullanmayı bu ölümlerde neredeyse Filistin tarafının da suçu olduğunu söyleyebilecek kadar ileriye gidiyor. Bu tabii fevkalade vahim bir durum. Ama dünyanın dört bir tarafında halkların son haftalarda göstermiş olduğu büyük karşı çıkışlar, katılımcıları milyonlarla ifade edilen büyük mitinglerin Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, birçok ülkede gerçekleştirilmiş olması artık farklı dinlerden, dillerden insanların da Filistin halkının yanında yer aldığını ifade etmiş olmasının giderek bu ülkelerin de tavrını değiştireceğini görüyoruz. Özellikle bu durumun İsrail’e destek veren hükümetlerin üzerlerinde bir siyasi baskı oluşturmak ve bu vesileyle de onların İsrail üzerinde politik bir baskı oluşturmasını temin edeceğini düşünüyoruz.

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına ara verecek geçici ateşkesin sağlanmasında, uluslararası camiadaki bu hareketliliğinin ve İsrail’in üzerine konulan siyasi baskıların etkisi olduğunu düşünüyorum.

En ufak bir toplantıda bile bu ve benzeri konularda ortaya konulacak fikirlerin, tekliflerin, birtakım siyasi baskıların yararlı olduğu kanaatindeyim.

SORU: Bu uluslararası platformlardaki izlenimlerinizden yola çıkarak iki devletli çözüm konusunda bir perspektif görebiliyor musunuz? Herkes iki devletli çözüm diyor ama iş, uygulamaya geldiğinde olmuyor.

Şu anda fiilen ortada iki devletli bir durum söz konusu. güya, bir Filistin Devleti var… Bu beylerin anladıkları; bir Filistin Devleti olsun ama kağıt üzerinde olsun, fiiliyatta var olmayan bir Filistin Devleti olsun. Bir mahallesinden bir diğer mahallesine geçmek için Filistinli yurttaşların İsrail polisinin insafsızlığına terk edildiği fiili bir durum oluşturuldu.

Bu beyler, “Uluslararası fonlar kontrollü bir şekilde ancak kullanılabilir olsun, şehirler birbirinden ayrılsın, paramparça, toprak bütünlüğü olmayan, yönetim bütünlüğü ve yönetim kabiliyeti olmayan, kağıt üzerinde bir Filistin Devleti olsun.” istiyor. İşte Filistin Devletinden anladıkları bu… Hayır… Bizim istediğimiz, Filistin halkının istediği bu değildir. Tam manasıyla var olan, bütün kurum ve kuruluşlarıyla devlet olan, tam manasıyla bütünleşik, egemen, toprak bütünlüğüne sahip, halkının kendi kendini yönetme gücüne sahip bir Filistin Devleti’nin kurulması şarttır. Böylesi bir Filistin Devleti’nin olmaması, İsrail'in saldırganlığı konusundaki iştahını çok artıyor. Kimse kimseyi kandırmasın… Bir kere uluslararası camianın önce egemen toprak bütünlüğü sağlanmış ve 1967 sınırlarında başkenti Kudüs olan bir Filistin Devleti’nin kurulmasını ve onun varlığının sürdürülmesini temin etmek lazım. Bu olmadan, konuşacağımız siyasi meselelerin bir karşılığı yoktur.

Bizim bazı ülkelerle temel farkımız budur. Onlar bu mevcut durumun devam ettirilmesini istiyor… Hatta zaman zaman öyle oluyor ki, şu anda Filistin Devleti’nin bazı yöneticilerinin yurt dışına çıkmak için bile İsrail yöneticilerinin insafına terk edildiği durumlar oluyor. Bu kabul edilebilir bir durum değildir. Hele hele Gazze’den çıkışta… İşte görüyorsunuz bu kadar savaş oluyor, Gazze, uluslararası sistemin anlayışına göre Filistin toprağıdır ama o topraklarda yaşanan katliamı görmek için Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine dahi izin verilmiyor.

SORU: Netanyahu’nun açıklamaları var. “Askerin dört günlük barışa tam destek verdiğini, anlaşmanın, savaşa devam edilmesi için orduya hazırlanma imkanı tanıyacağını’ söyledi. Yani ordu geniş çaplı bir savaşın hazırlığı içinde. Ayrıca İsrail’deki aşırıcılar bu ateşkese de karşılar. Bu konuda değerlendirmeniz nedir?

İsrail siyasetinin içerisinde hem sağ-sol, aşırı sağ vesaire bu farklılıklar hep oldu. Başından itibaren iki devletli çözümü savunan İsrailli politikacılar da oldu. Ama sonuç itibarıyla siyasi farklılıklarına rağmen İsrail’de Arz-ı Mev’ud’un kabul edilmiş bir siyaset çerçevesi olduğunu görmemiz lazım. Arz-ı Mev’ud, bir teopolitik aşırılıktır. Yani Nil’den Fırat’a kadar olan bölgede, İsrail’in hegemonyası altına girmeden, burada yaşayan bütün milletlerin Yahudilere tabi olması sağlanmadan İsrail bu hedefinden vazgeçmeyecektir.

“Burada yaşamayı kabul edenler de ancak İsrail'in kölesi olmayı kabul ederse yaşayabilirler…” Zaten Netanyahu’nun bile bir başbakan olarak bu kadar fütursuz, bu kadar pervasız bir şekilde dile getirdiği teolojik sözler, hiçbir rasyonalitesi olmayan inancından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bütün bu ideolojik formasyonlarının gereğini sadece bugün değil, uzunca yıllardır da yerine getiriyorlar. Şimdi burada Netanyahu ve Likud cephesi var, onlar aşırı şeyler yapıyorlar... Bu politikalara İsrail’in içerisinde de karşı çıkan grupların olduğunu da biliyoruz.

İsrail’in on yıllardır geliştirdiği en sinsi strateji; gelirler, bir yeri işgal ederler, bir süre otururlar, bütün dünya bağırır çağırır, aradan üç-beş sene geçer ve oraya yerleşirler. Böylece bütün bu toprak genişlemesi, Sayın Cumhurbaşkanımızın da BM Genel Kurulunda gösterdiği haritalar tesadüfen değil, böyle fiili durumlarla oluşturuldu. Dünyada resmi sınırları belli olmayan tek ülke İsrail’dir. Dolayısıyla karşımızda çok vahim bir teopolitik üzere hareket eden bir devlet mekanizması olduğunu bilmemiz lazım.

Özellikle ABD’nin Irak’ı işgaliyle, İsrail için bölgede yeni bir dönem başlamıştır. Bölgedeki neredeyse İsrail’e karşı çıkabilecek bütün ülkeler tarumar edilmiştir, dağıtılmıştır. Irak parçalanmıştır, Suriye parçalanmıştır, Yemen parçalanmıştır, Libya, Lübnan, Mısır, bütün buralarda çok vahim, büyük, kitlesel olaylar gerçekleşmiş ve ülkelerin iradesiz hale getirilmeleri temin edilmiştir.

İsrail de şimdi diyor ki, “Tamam, bu aşamada zaten bana karşı çıkacak hiçbir ülke yok. Dolayısıyla ben de son vuruşumu gerçekleştireyim ve Arz-ı Mev’ud’a giden yolda belki de son adımı atmayı başarabileyim.” Bunun vermiş olduğu aşırı özgüvenle konuşuyor ve hareket ediyorlar. Aslında, İsrail’in en büyük gücü, İslam dünyasının ve bölge ülkelerinin darmadağınık olmaları, iradesiz olmaları ve inisiyatif kullanamamalarıdır. Bunun da ne kadar büyük bir güç olduğunu İsrail bu süreçte yaşıyor.

Örnek olarak İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi toplantısında; evet, metin olarak kararlı şeyler ortaya çıkmıştır ama sonuç itibarıyla fiili uygulamaya dönük olarak herhangi bir adım atılamamıştır. Rahmetli Kral Faysal’ın OPEC toplantılarında, petrol üretiminin azaltılmasıyla ilgili kararının o dönem yaşanan İsrail-Filistin sorununda ne büyük bir güç oluşturduğunu hatırlıyoruz. Arap dünyası ve İslam dünyası, elindeki stratejik imkanların hiçbirisini kullanamamaktadır. Büyün bu faktörleri yan yana getirdiğinizde yapbozun parçaları tamamlanıyor ve İsrail’in niye bu kadar büyük bir iştahla saldırdığını da daha iyi anlıyoruz. Dolayısıyla Mescid-i Aksa’nın kutsiyetini korumak, Filistin topraklarının vatan olarak korunmasını temin etmek için bedel ödemek de ne yazık ki bir avuç Filistinliye düşüyor. Çok ağır bir bedel ödüyorlar. Masum, kadın, yaşlı, çocuk insanlığın gözü önünde yeni bir katliam yaşıyor, yeni bir soykırım yaşıyor. Meselenin esas siyasi arka planı budur, bunu görmemiz lazım.

SORU: Bölgesel çatışmaya doğru evrilir mi? Böyle bir tehlike var mı?

Esasında bakarsanız dünya üçüncü büyük savaşa doğru yol alıyor. Bugünkü yaşadığımız şartlar İkinci Dünya Savaşı'nın öncesindeki şartlara çok benziyor. Birinci ve ikinci dünya savaşları önce askeri savaşlar olarak başladı, sonra siyasi ve ekonomik savaşlar olarak devam etti. Şimdi üçüncü büyük gerilime doğru gittiğimiz bu süreçte, son 20 yılı gözden geçirdiğimiz zaman, vekalet savaşları veriliyor, yani ülkeler, oluşturdukları terör örgütleri üzerinden kendi bölgesel ve küresel hakimiyetlerini temin etmeye çalışıyorlar. Ticaret savaşları veriliyor, ticareti bir ekonomik savaş unsuru haline getiriyor. Dolayısıyla zaten sular her alanda, her bölgede ısınıyor.

Henüz Ukrayna-Rusya arasındaki kriz çözülmemişken İsrail’in Gazze’deki saldırılarına, hem de bütün insanlık cephesinin vicdanını yaralayacak bir şekilde devam etmesi, çok yeni çatışmaları da doğurabilir. Onun için Türkiye olarak bizim beklentimiz, bir an evvel bu savaşın, İsrail’in saldırganlığının, İsrail’in bu tutumunun derhal sonlandırılması şarttır. Uluslararası camia, bölgesel ve küresel yeni çatışmaları istemiyorsa, onu önlemenin yolu olarak da Filistin'deki barışı, Filistin halkının hak ve hukukunu korunmasını başarmalıdır. Aksi takdirde bu mesele bölgesel savaşlar haline dönebilir, dünyanın başka yerinde yeni savaşların, çatışmaların fitilini ateşleyebilir. Yani biz güç sahibiyiz, istediğimiz yerde istediğimizi yaparız ve yaptırırız anlayışının artık dünyayı bir felakete doğru sürüklediğini, başta gücü elinde bulunduran ülkeler olmak üzere herkesin görmesi lazım.

SORU: İç politikada en sıcak mesele yüzde 50+1’in yeniden gözden geçirilip geçirilemeyeceği gibi duruyor. Sizin görüşünüz nedir bu konuyla ilgili?

Şimdi aslında Türkiye'de esas itibarıyla değişen, Başbakanlık sistemidir. Yani Türkiye'de seçimler olur, ondan sonra başbakan, parlamentodaki çoğunluğuna göre belli oluyordu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle seçim akşamı, Cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı da geçmiş dönemde başbakanın kullandığı yetkilerin hemen hemen tamamını kullanıyor. Bu anlamda başbakanlık sisteminden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kendi içerisinde, bu beş yıllık uygulamalar çerçevesinde revizyonlar yapılabilir. Tabii ki esas olan, Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden geri dönüş yoktur. Milletimiz üç seçimde de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini onaylamış. Hem anayasada hem de iki kez Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini dile getiren Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı seçerek bunu onaylamıştır. Zaten öyle zannediyorum ki, “Tekrar parlamenter sisteme dönelim” i talebi yakın vadede gündeme gelmeyecektir.

Ama nihayetinde sisteme dair meseleleri tek tek konuşmak yerine; önümüzdeki dönemde yapmayı ümit ettiğimiz, bütün partilerden de olumlu katkı sağlamasını beklediğimiz, yeni anayasa çerçevesinde tartışılmasını daha doğru buluyorum. Aslolan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin Türkiye’nin geleceğinde sürdürülebilirliğinin ve etkinliğinin sağlanmasıdır. 

Türkiye'nin artık hakikaten 12 Eylül Anayasası’nın ruhundan, prangalarından kurtulması lazım. Bunun için de iyi niyetle, samimiyetle herkesin eteklerindeki taşı dökerek yeni anayasa sürecine katkıda bulunması gerekir.

SORU: Bir dönem yüzde 50+1 değil de yüzde 40 gibi oranlar telaffuz edilmişti. Sizce burada bir oran telaffuz edilmeli mi?

Ben bir oran telaffuzunu şu aşamada doğru bulmuyorum. Dediğim gibi bu konunun da münferit bir konu olarak ele alınmasını doğru bulmam. Bu konunun, bir anayasa değişikliği kapsamında tartışılabilecek bir konu olduğunu düşünüyorum.

SORU: Diğer siyasi partilerin genel başkanlarıyla da birtakım görüşmeleriniz oldu. Bu konulardaki yaklaşımlarına dair nasıl bir fikir edindiniz. Yani siz anladığımız kadarıyla bütün partilerin temsil edildiği bir komisyonda çalışmaların başlamasını arzu ediyorsunuz. Muhalefet partilerinde pozitif bir yaklaşım görüyor musunuz?

Şimdi tabii bu ziyaretlerimin esas nedeni şudur. Partilerimizin grup başkanvekilleri, genel başkanları bazıları birkaç kere, Meclis Başkanı seçildiğimden bu yana hayırlı olsun ziyaretine geldiler. Ben de iadeiziyarette bulunuyorum.

Partilerimizin çok farklı fikirleri olabilir, münakaşa edebilirler, uzlaşamayabilirler, çok derin tartışmalar içerisinde olabilirler. Ama siyasi partilerin hem ikili olarak hem çok taraflı olarak, meselelerini konuşabilecekleri gerçekten uygar ve olumlu zeminler oluşturulması lazım. Bunun için de esas çabamız, Meclis’te bu ortamın oluşturulabilmesi için iyi niyetli bir çabanın ortaya konulması… Doğru zemin ve doğru yöntemlerle konuları ele almak zorundayız. Burada da tabii ki nihayetinde anayasa çalışması öncelikle Meclis’in bir aritmetik meselesidir, yani bir aritmetiği bulmak durumundasınız. Ama bundan daha önemlisi partilerin anayasası olmaz, milletin anayasası olur. Yapacağımız anayasayı, milletin anayasası olacak şekilde, yani toplumun büyük çoğunluğunun kabul edeceği ittifakla, konsensüsle çıkarmamız lazım. Bunun için de partiler arasında iyi niyetli bir tartışma zeminin oluşmasına gayret sarf etmeliyiz. İnşallah başarabileceğimizi ümit ediyorum.

SORU: Yüzde 50+1 konusu biz Endonezya’dayken çokça tartışıldı. Sayın Bahçeli ne diyecek, bu merak ediliyordu. Sayın Özgür Özel de partisinin grup toplantısında, ‘AK Parti'yle MHP arasındaki ilişkinin artık yürütülemediğini’ söylemiş. Öyle bir algı oluştu sanki, Sayın Cumhurbaşkanı bunu ifade ederek farklı bir süreç aralayabilir gibi nitelendirildi, değerlendirildi ama Sayın Bahçeli yüzde 50+1’e ciddi bir şekilde sahip çıktı. Bu Cumhur İttifakı’nda bir sıkıntıya yol açabilecek bir süreci aralar mı?

Hayır açmaz. Başından itibaren Cumhur İttifakı'nı oluşturan AK Parti ile MHP arasında ve özelikle Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Bahçeli arasında karşılıklı saygıya dayalı fevkalade nitelikli bir diyaloğun sürdürüldüğünü görüyoruz. Bizim baştan beri söylediğimiz bir pazarlık ittifakı değil, bir ilke ittifakı olarak bugünlere geldi.

Dolayısıyla bunu bir koalisyon, bir pazarlıkların ittifakı, bir al-ver meselesi olarak değil, Türkiye'nin milli meselelerinde, hemen hemen ana meselelerinin tamamına yakınında ortak fikirlere sahip olan iki farklı partinin ittifakı olarak görmemiz lazım.

Hiçbir zaman bir koalisyon tabiri kullanılmadı, hiçbir zaman bir koalisyon algısı, anlayışı içerisinde hareket edilmedi. Bu anlamda tabii ki iki farklı parti, tabii ki bazı konularda öncelikleri farklı olabilir. Ama sonuçta milli meselelerde bugüne kadar hep karşılıklı müzakerelerle görüşerek, konuşarak, mutabık kalınarak bu noktaya kadar gelindi. Ben bir sıkıntı, bir sorun olacağını zannetmiyorum.

SORU: Can Atalay meselesinde yine sizin ne söyleyeceğiniz bekleniyor. Sayın Özgür Özel’in de size yönelik eleştirileri var.

Meclis kimsenin görev vereceği bir yer değildir. TBMM, milli iradenin tecelligâhı olarak 85 milyon milletimizin bütün siyasi farklılıklarının yansıtıldığı, yasaların çıkartıldığı, hatta anayasayı bile değiştirilebilme kudretine sahiptir. TBMM, kendi gündemine sahiptir. Kendi öncelikleri içerisinde nerede, ne zaman, ne adım atılacağını bilir.

SORU: CHP’nin TBMM Genel Kurulu’ndaki eylemi devam ediyor. Neler söylemek istersiniz?

Bunlar Meclis’te daha önce de yaşanmış konulardır. Bizim arkadaşlardan beklentimiz, Meclis’te her türlü görüşü söylesinler. Ama Meclis, böyle sanki sokakta bir protesto eylemi yapar gibi oturma eylemlerinin yapılabileceği, pankartların açılarak sloganlarla birtakım gösterilerin yapılabileceği bir yer değildir. Meclis’te milletvekillerimiz olabildiğince özgür bir şekilde kendisine anayasanın vermiş olduğu kürsü masuniyetini de kullanarak her türlü konuşmayı yapabilir. Ama bu oturma eylemlerinin bir an evvel sonlandırılmasını ümit ederim. Bunun, bu eylemi yapan arkadaşlarımıza da bir katkısı, bir faydası olmayacağını düşünüyorum.

 

 

 

KAYNAK: HABER7