Kıymetli Okuyucularım;
Türk Tiyatrosunun köklü ismi Ali Yaylı ile söyleşi yapma şansı buldum. Sinema ve diziler de canlandırdığı güçlü karakterlere hayat veren Yaylı'ya söyleşimize başlamadan önce teşekkür etmek istiyorum. Kıymetli zamanını ve bilgisini paylaşmanın yanında güler yüzüyle Oda Tiyatrosu’nun duvarlarını aydınlattı.
M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Bölümünde eğitimini tamamladıktan sonra sanat yolculuğuna ilk kez 1974 yılında başlamış. Yaylı’nın halkbilimi alanında yaptığı çalışmaları öğrenip de böyle güzel bir söyleşide hiç sormadan olmaz diyorum.
Yaylı: Sinema ve tiyatro benim evim diyerek başlıyor sözlerine: “Sanat dünyasına ilkin dansla çıktım. Sanat alanında yaşadıklarıma dair bir seçim yapamam ama sinema ve tiyatroya çok emek verdim. Müzik eğitimim sonradan gelmektedir. Halkbilim kökenli olduğum için halkbilimin bana yol gösterdiği şekilde düşünüyorum teorik olarak. Ancak Türkiye’de teori ile pratik hiçbir zaman örtüşmediği için gördüğümüz eğitim, hayallerimiz ve yaşadıklarımız bize yol göstermiyor maalesef. Şart ne ise o oluyor. Halkbilimin Türkçesi folklordur. Bizde folklor denilince akla ilk gelen halk oyunları oluyor nedense!”
Halkbilimi’nin Türkçesi folklordur, dediniz. Bu disiplininin sanatın diğer dallarıyla olan ilişkisini sordum. Siz okuyucularım için ilginç bilgiler öğrendim. Halkbilimi biraz daha genişletmesini istiyorum.
“Sanatın anası halkbilimdir. Danslar, halk tiyatrosu, halk müziği, halk tababeti, ağıtlar, inançlar var. Yani kısacası insana dair ne varsa halkbiliminde vardır. O yüzden tiyatroda aldığım eğitimler ve kendi edindiğim bilgileri bir araya getirdiğimde tiyatronun da ilk sanat dalı olduğunu ve bütün sanat dallarını içermektedir. Ancak, tiyatronun ilk sanat dalı olduğu üzerine okullarda bilgi zenginleşmesi yapılmadı. Dolayısıyla tiyatro, diğer sanat dallarını da içeren bir disiplindir. Ancak maalesef Türkiye’de teori ile pratik arasında bir uyumsuzluk olduğu için, eğitim sistemimiz ve yaşadıklarımız bize her zaman yol göstermiyor.
Tiyatroya katkı sunacak teorik bilgi zenginleştirmesinin yapılmadığını eleştirdiği için Yaylı’nın teorilerine karşı çıkıldığını da belirtmeden geçememek gerek. Sanat yolculuğunun başlangıcından ve Halkbilimi alanındaki çalışmaları yanında sinema ve tiyatro kökenini soruyorum.
Sanat yolculuğuma dansla başlamış olsam da, sinema ve tiyatroya olan ilgim hep vardı. Müzik eğitimimden sonra bu alanlarda da emek verdim. Özellikle Halkbilimi kökenli olduğum için bu disiplinin beni yönlendirdiğini düşünüyorum.
Usta tiyatrocunun tiyatro hakkındaki görüşleri oldukça ilginç. Tiyatronun toplumda daha geniş bir yere sahip olabilmesi için ne tür adımlar atılmalıdır.
Evet, geçen hafta bir oyun seyrettim. İstanbul Şehir Tiyatrolarında yönettiğim Bir Ustanın Hayat Hikayesi olan “KOMİK-İ ŞEHİR NAŞİT BEY” oyunun da yazarı olan çok güçlü bir kalem Gökhan Eraslan’ın yazdığı “Ben Küçükken Çok Ünlüydüm” adlı oyunu izledim. Günümüz için oldukça etkileyiciydi.
Oyunu merak ediyor ve konusuna kısaca değinmesini istiyorum.
Oyun: Oyunculuk mezunu bir genç kızın dramını anlatıyor. Bu genç kızın banka reklamı için teklif aldığı ve babasının borçları yüzünden intihar etmesine giden süreci anlatıyor. Bu tür oyunlar toplumsal meseleleri işlediği için önemli. Ancak, tiyatronun toplumda daha geniş bir yere sahip olması için öncelikle sanata ve sanatçıya verilen değerin artması gerekir.
Tutucu toplumların sanattan uzak ve kopuk olduklarını dile getiriyorum. Toplumun sanat ve sanatçıya bakış açısını değerlendirmesini istiyorum.
Evet, toplumumuzda sanat ve sanatçıya yönelik bakış açısı oldukça karmaşık. Özellikle tiyatro ve müzik gibi sanat dalları, bazen toplumun dışladığı, hatta aşağıladığı unsurlar olarak görülebiliyor. Örneğin, “Kızını bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar” gibi atasözleri, bu tutucu bakış açısının bir yansımasıdır. Sanatçılar genellikle toplumun dışında bir yerde konumlandırılır ve hatta aşağılanır. Ancak, aslında onlar toplumu eğlendiren, düşündüren ve yönlendiren kişilerdir. Bu nedenle toplumun sanata ve sanatçıya daha olumlu bir bakış açısıyla yaklaşması gerektiğini düşünüyorum.
Sözü dönüp dolaşıp halkbilimine getiriyorum. Çünkü Türkiye’de çoğunluğumuzun bilmediği bir alan. Özellikle tiyatro ile bağının tarihsel süreç içinde değişimini de merak ediyorum.
“Halkbilimin dalları olan tiyatro köydeki seyirlik oyunlar da vardır. Kentlerde de nerede oynanır? İşte düğünlerde, bayramlarda bir de şenliklerde oynanır. Normal zamanlarda pek oynanmaz. Oynayan vardır ama ona köyün delisi muamelesi yaparlar. Ancak onsuzda edemezler. Bu yüzden oradan çıkarak sanatçı farklıdır derler. Bizim toplum tutucu olduğu için onlara yol gösteren, onları eğlendiren olumlu karşılanmaz. Bizim toplumda gülmek yasaktır. Fazla eğlenmek yasaktır. Kim güldürüyor? Tabii ki deli güldürüyor. Böyle bir laf olur mu? Kızını bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar. Niye çünkü o cazip; onlar enstrüman çalıyor. Onlar sanatçı. Aşağılayıcı atasözleri de var. Bu tabii ki tutuculukla ilgili…”
Tiyatro ve müzikte yaşanan değişimleri de anlattı yorgunluk nedir bilmeden Yaylı. Özellikle tarih boyunca tiyatronun İstanbul'daki dönüşümü oldukça ilginç.
“Elbette İstanbul’da tiyatronun tarihçesi oldukça renkli ve ilginçtir. Tiyatro ve müzikten örnek vereyim. Sinema o zamanlar yoktu. Korunaklı sanat ya da köşeli sanat dediğimiz klasik Batı müziği örneğin. Ya da sahne çerçeveli sahne ve uzun İtalyan salonlara hapsedilmiş. III. Selimle bize tiyatro geliyor. Çok görkemli, rengarenk kostümler, büyük akrobatik hareketler ve ağdalı laflar. Ama kimse anlamıyor tabii. Ya Fransızca ya İngilizce olunca sadece azınlıklar anlıyor. Özellikle Ermeniler, bir kısım Rumlar ve Yahudiler anlıyor. Tiyatro sarayı eğlendiriyor. Sarah Bernhardt sarayda oyunlarını sergilerdi. O dönemde Avrupa’nın primadonnasıdır (İtalyanca birinci kadın anlamına gelir). 19. yüzyılın sonunda Avrupa’nın en ünlü tiyatro oyuncularından olan Sarah Bernhardt, dört kez İstanbul’a gelerek sahne almıştı. Öyle ki bunlardan birinde Yıldız Sarayı tiyatrosunda Sultan Abdülhamid’in karşısında oynamıştır.”
Osmanlı döneminde tiyatro salonlarının sarayda gösterim yaptığını ve burjuva sanatı olduğunu öğreniyorum. Tiyatro izleyicisinin tiyatroya nasıl eriştiğini soruyorum.
“Tiyatrolar o zamanlarda bizim Galatasaray lisesinin arkasında bir düzlük var. Orada oynanıyordu. St. Antuan Katolik Kilisesi’nin olduğu yerler boşluktu. Şimdiki gibi binalar yok. Kule dibinde çadırlar kuruluyor. Mösyö Gavand Karaköy Tünelini yapınca çıkan hafriyatı Meşruiyet Caddesi’ndeki Tepebaşı’na doldurarak düzlük elde ediyorlar. Orası da Tepebaşı Parkı ve oraya Letafet Apartmanı ve daha sona 1914’te kurulan Dârülbedâyi Güzellikler Yurdu kuruluyor. Kimileri ‘Güzellikler Evi’ diye çeviriyorlar ama bence yurdu Türkçesi. Oraya bir dram bir komedi tiyatro salonu yapılıyor. Dolgu toprak orası. Daha sonra yavaş yavaş saray Fransa’dan tiyatrocu getirtiyor. Fransa’dan gelen tiyatrocu ‘burada tiyatrocu var mı?’ diye soruyor. Tiyatrocuların çağrılmasını istiyor. Bunun üzerine emir (ferman) çıkıyor. O dönemin kolluk birimi tiyatrocuları döve döve götürüyor. Saray yabancı tiyatrocuyu korurken yerli tiyatrocularla mesafesi var. Sevilmiyor yerli tiyatrocular ama onlarsız da edemiyorlar. Ramazan’ı da onlarsız geçiremiyorlar. Neyle eğlenecek insanlar! Dönemin tiyatrocularını zabıta dövdüğü için hepsi İstanbul dışına kaçmak zorunda kalıyor. O yüzden Eskişehir de Adapazarı’nda oynuyor tiyatrocular. Kimi mesela cami bahçesinde bileyici,kimisi başka bir iş yapıyor. Tiyatronun güvencesi olmadığı için…bugün hala da yok.”
Cumhuriyet dönemini tiyatrosunu soruyorum.
Dârülbedâyi kuruluş adıyla Dârü’l-bedâyi-i Osmânî, 27 Ekim 1914 tarihinde İstanbul Belediyesi bünyesinde konservatuvar olarak açıldıktan sonra tiyatro topluluğuna dönüşerek İstanbul Şehir Tiyatroları kuruluyor. Sinemaya bulaşıklığımız net. Fuat Uzkınay Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışını filme alarak Türk sinema tarihinde ilk filmi çeken ve aynı zamanda ilk yönetmendir. Türk sinemasının başlangıcı kabul edilir. Sanat iki dünya savaşına rağmen devam ediyor. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının ülkeyi kurtarmasını da saygı ve minnetle anmak gerekir. Tiyatro gibi atılım müzikte de oluyor,ilk beşleri Avrupa’ya gönderiyorlar. Batı klasik müziği öğreniyorlar. Yerelden evrensele doğru yerli temalara önem veriliyor. Her zaman olduğu gibi liyakatsiz yöneticiler tarafından Türk müziği yasaklanıyor. Atatürk’ün yasaklayın dediğini iddia ediyorlar. Büyük bir skandal bu tabii ki.
Türkünün kökenini anlatıyor müzik alanındaki bilgisini de konuşturarak Yaylı.
Türk müziğinin Bethovan’dan Mozart’a kadar çok kişiye ilham verdiği ve gerçekten Türk müziğinin köklü bir müzik olduğu etnik müzik dedikleri coğrafya müziğidir. Şarkı ve Türkünün kelime kökeni şöyle ‘Kü’ Öz Türkçe de müzik demek. Türkü Türkü ile halka türkü demek kolayına gelmiş. Şarkü ise Şarki-Rum yani Doğu Roma müziği, bizim şimdi sanat müziği dediğimiz şeye onlar sanat müziği diyor. Sanki halk müziği sanki yabancının müziğiymiş gibi. Bizim Türk müziği dediğimiz şey aslında sanat müziği aslında Bizans saray müziği. Osmanlıda Bizans saray geleneğini sürdürmüş. Hatta Fatih Sultan Mehmed’inde vasiyeti var. ‘Doğu Roma İmparatorluğunun da imparatoruyum,’ diyor.
Sinemanın geçmişten geleceğe teknolojik gelişimlerle birlikte geleceğini soruyorum usta tiyatrocuya.
İlk sinema mekteplisi Muhsin Ertuğrul’dur. O da Sovyetler Birliğinde eğitim görmüş. Tiyatrocularla çalışmış sinemada. Filmlerini sesli çekmeye çalışmış o günün şartlarında. Sinema için çok fedakarlıkta bulunmuştur. Tiyatrocuların yanı sıra çok fazla oyuncuya ihtiyaç var. Ama oyuncu okulları yok. Ertuğrul’un çok emeği vardır sinemaya. Hatta tiyatroculara karşı bir ara çok tepki olmuş sinemada ama sonradan harmanlanıyor. Tiyatrocuların lokomotifliğinde ilerlemiştir.
Yaylı, uzun bir süre reji asistanlığını başarıyla yürüttüğü Türk sinemasının kadın yönetmenlerinden Bilge Olgaç’a getirdim. Hem senarist hem de yönetmen olan Olgaç’ın gözünde Türk Sinemasını soruyorum.
Bilge Olgaç Türk sineması için “rağmen sinema” derdi. Her şeye rağmen yapılıyor çünkü…Hasan Karcı “Kendi yağında kavrulur bizimkiler. Kendi olanaklarıyla yapar.” Yetenek, çalışkanlık, zekâ ve yaratıcılık batıdan fazla bizde ancak bizde olanak olmadığı için mütevazı kalmıştır.
Türk Sinemasında zaman zaman önemli işler yapıldığına değiniyor.
“Mesela ‘Benim Mezarımı Taştan Oyun’ filmi sinemada en fazla seyirciye ulaşan filmdir. Hala rekorunu koruyor. Şimdiki filmler kaydediliyor ama çoğu da şişirme. Bir bilet alana bir bilet daha gibi uygulamalarla izleyici çekilmeye çalışılıyor. Eskiden salonlar bin kişilikti. Açıkhava sinemaları üç bin kişi beş bin kişilikti. Balkonluydu. Hepimiz gümbür gümbür giderdik film izlemeye…Kasımpaşa’da doğdum büyüdüm. Altı yedi tane yazlık sinema vardı sadece bizim Kasımpaşa’da. Seans bittiğinde gecenin bir vakti sokaklar insan kaynardı. O da dönemini tamamladı. Tv’ler çıkınca salonlar kapandı. Salonlar küçüldü. Söyleşiyi yaptığımız ‘Oda Tiyatrosu’ cep tiyatrodur. 50 kişilik değil mi? Cep sineması olabilir.
Sinemanın gelecekteki ilginç akıbeti teorisi ürkütmedi de değil. Hep birlikte sinemanın hüzün dolu geleceğini dinliyorum.
Uzak Doğuda dört dakikalık diziler ve filmler yapılıyor. İnsanlar cep telefonlarından izliyor artık filmleri. Artık 40 saniyeye indireceklermiş. Mesela metro beklerken pat diye aç izle. İki bölüm dizi izleyip yoluna devam edecek insanlar. Sinema buraya doğru evriliyor. Artık sinema cebe indi. Sinemanın akıbeti çok parlak değil. Bu bize dayatılan tiyatronun çerçeveli sahne ve uzun salonun, burjuvaya yaslanan tiyatronun uzun ömürlü olmadığını ustaların ustası hocam Erkan Yücel söylerdi. Onun öğrencileri de ustaların ustası oldu.
Sinemanın akıbetinin de tiyatronun burjuva elinde nasıl çerçeveli sahneye mahkûm edildiyse sinemanın da çerçeveli teknolojiye mahkûm olduğunu duymak acı verici.
Sanat diye tarif edilen şey burjuvanın tarifidir. Resim yapanlara baktığımızda ölümlerinin ardından 100 yıl geçiyor. Sonra meşhur oluyor. Çünkü saraya ve zenginlere resimler yapıyorlar. Sanatlarını karınlarını doyurabilmek için kullanıyorlardı.
Tiyatronun ve sinemanın geleceği hakkında ilginç bilgiler veren Yaylı için tiyatrocuların yaşadıkları zorlukları sordum. Malum hayat tek düzlemde gitmiyor. Ekonomik sıkıntılar var. Bunun yanında okuduğum haberlerde tiyatrocularında unvan gaspları da yok değil. Bu konuyu da ilerde kaleme alacağımı dile getirmek istiyorum, siz kıymetli okuyucularım için.
Tiyatro ve Halkbilim: Usta Tiyatrocu Ali Yaylı ile Sanat Yolculuğu
Kıymetli Okuyucularım;
Türk Tiyatrosunun köklü ismi Ali Yaylı ile söyleşi yapma şansı buldum. Sinema ve diziler de canlandırdığı güçlü karakterlere hayat veren Yaylı'ya söyleşimize başlamadan önce teşekkür etmek istiyorum. Kıymetli zamanını ve bilgisini paylaşmanın yanında güler yüzüyle Oda Tiyatrosu’nun duvarlarını aydınlattı.
M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Bölümünde eğitimini tamamladıktan sonra sanat yolculuğuna ilk kez 1974 yılında başlamış. Yaylı’nın halkbilimi alanında yaptığı çalışmaları öğrenip de böyle güzel bir söyleşide hiç sormadan olmaz diyorum.
Yaylı: Sinema ve tiyatro benim evim diyerek başlıyor sözlerine: “Sanat dünyasına ilkin dansla çıktım. Sanat alanında yaşadıklarıma dair bir seçim yapamam ama sinema ve tiyatroya çok emek verdim. Müzik eğitimim sonradan gelmektedir. Halkbilim kökenli olduğum için halkbilimin bana yol gösterdiği şekilde düşünüyorum teorik olarak. Ancak Türkiye’de teori ile pratik hiçbir zaman örtüşmediği için gördüğümüz eğitim, hayallerimiz ve yaşadıklarımız bize yol göstermiyor maalesef. Şart ne ise o oluyor. Halkbilimin Türkçesi folklordur. Bizde folklor denilince akla ilk gelen halk oyunları oluyor nedense!”
Halkbilimi’nin Türkçesi folklordur, dediniz. Bu disiplininin sanatın diğer dallarıyla olan ilişkisini sordum. Siz okuyucularım için ilginç bilgiler öğrendim. Halkbilimi biraz daha genişletmesini istiyorum.
“Sanatın anası halkbilimdir. Danslar, halk tiyatrosu, halk müziği, halk tababeti, ağıtlar, inançlar var. Yani kısacası insana dair ne varsa halkbiliminde vardır. O yüzden tiyatroda aldığım eğitimler ve kendi edindiğim bilgileri bir araya getirdiğimde tiyatronun da ilk sanat dalı olduğunu ve bütün sanat dallarını içermektedir. Ancak, tiyatronun ilk sanat dalı olduğu üzerine okullarda bilgi zenginleşmesi yapılmadı. Dolayısıyla tiyatro, diğer sanat dallarını da içeren bir disiplindir. Ancak maalesef Türkiye’de teori ile pratik arasında bir uyumsuzluk olduğu için, eğitim sistemimiz ve yaşadıklarımız bize her zaman yol göstermiyor.
Tiyatroya katkı sunacak teorik bilgi zenginleştirmesinin yapılmadığını eleştirdiği için Yaylı’nın teorilerine karşı çıkıldığını da belirtmeden geçememek gerek. Sanat yolculuğunun başlangıcından ve Halkbilimi alanındaki çalışmaları yanında sinema ve tiyatro kökenini soruyorum.
Sanat yolculuğuma dansla başlamış olsam da, sinema ve tiyatroya olan ilgim hep vardı. Müzik eğitimimden sonra bu alanlarda da emek verdim. Özellikle Halkbilimi kökenli olduğum için bu disiplinin beni yönlendirdiğini düşünüyorum.
Usta tiyatrocunun tiyatro hakkındaki görüşleri oldukça ilginç. Tiyatronun toplumda daha geniş bir yere sahip olabilmesi için ne tür adımlar atılmalıdır.
Evet, geçen hafta bir oyun seyrettim. İstanbul Şehir Tiyatrolarında yönettiğim Bir Ustanın Hayat Hikayesi olan “KOMİK-İ ŞEHİR NAŞİT BEY” oyunun da yazarı olan çok güçlü bir kalem Gökhan Eraslan’ın yazdığı “Ben Küçükken Çok Ünlüydüm” adlı oyunu izledim. Günümüz için oldukça etkileyiciydi.
Oyunu merak ediyor ve konusuna kısaca değinmesini istiyorum.
Oyun: Oyunculuk mezunu bir genç kızın dramını anlatıyor. Bu genç kızın banka reklamı için teklif aldığı ve babasının borçları yüzünden intihar etmesine giden süreci anlatıyor. Bu tür oyunlar toplumsal meseleleri işlediği için önemli. Ancak, tiyatronun toplumda daha geniş bir yere sahip olması için öncelikle sanata ve sanatçıya verilen değerin artması gerekir.
Tutucu toplumların sanattan uzak ve kopuk olduklarını dile getiriyorum. Toplumun sanat ve sanatçıya bakış açısını değerlendirmesini istiyorum.
Evet, toplumumuzda sanat ve sanatçıya yönelik bakış açısı oldukça karmaşık. Özellikle tiyatro ve müzik gibi sanat dalları, bazen toplumun dışladığı, hatta aşağıladığı unsurlar olarak görülebiliyor. Örneğin, “Kızını bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar” gibi atasözleri, bu tutucu bakış açısının bir yansımasıdır. Sanatçılar genellikle toplumun dışında bir yerde konumlandırılır ve hatta aşağılanır. Ancak, aslında onlar toplumu eğlendiren, düşündüren ve yönlendiren kişilerdir. Bu nedenle toplumun sanata ve sanatçıya daha olumlu bir bakış açısıyla yaklaşması gerektiğini düşünüyorum.
Sözü dönüp dolaşıp halkbilimine getiriyorum. Çünkü Türkiye’de çoğunluğumuzun bilmediği bir alan. Özellikle tiyatro ile bağının tarihsel süreç içinde değişimini de merak ediyorum.
“Halkbilimin dalları olan tiyatro köydeki seyirlik oyunlar da vardır. Kentlerde de nerede oynanır? İşte düğünlerde, bayramlarda bir de şenliklerde oynanır. Normal zamanlarda pek oynanmaz. Oynayan vardır ama ona köyün delisi muamelesi yaparlar. Ancak onsuzda edemezler. Bu yüzden oradan çıkarak sanatçı farklıdır derler. Bizim toplum tutucu olduğu için onlara yol gösteren, onları eğlendiren olumlu karşılanmaz. Bizim toplumda gülmek yasaktır. Fazla eğlenmek yasaktır. Kim güldürüyor? Tabii ki deli güldürüyor. Böyle bir laf olur mu? Kızını bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar. Niye çünkü o cazip; onlar enstrüman çalıyor. Onlar sanatçı. Aşağılayıcı atasözleri de var. Bu tabii ki tutuculukla ilgili…”
Tiyatro ve müzikte yaşanan değişimleri de anlattı yorgunluk nedir bilmeden Yaylı. Özellikle tarih boyunca tiyatronun İstanbul'daki dönüşümü oldukça ilginç.
“Elbette İstanbul’da tiyatronun tarihçesi oldukça renkli ve ilginçtir. Tiyatro ve müzikten örnek vereyim. Sinema o zamanlar yoktu. Korunaklı sanat ya da köşeli sanat dediğimiz klasik Batı müziği örneğin. Ya da sahne çerçeveli sahne ve uzun İtalyan salonlara hapsedilmiş. III. Selimle bize tiyatro geliyor. Çok görkemli, rengarenk kostümler, büyük akrobatik hareketler ve ağdalı laflar. Ama kimse anlamıyor tabii. Ya Fransızca ya İngilizce olunca sadece azınlıklar anlıyor. Özellikle Ermeniler, bir kısım Rumlar ve Yahudiler anlıyor. Tiyatro sarayı eğlendiriyor. Sarah Bernhardt sarayda oyunlarını sergilerdi. O dönemde Avrupa’nın primadonnasıdır (İtalyanca birinci kadın anlamına gelir). 19. yüzyılın sonunda Avrupa’nın en ünlü tiyatro oyuncularından olan Sarah Bernhardt, dört kez İstanbul’a gelerek sahne almıştı. Öyle ki bunlardan birinde Yıldız Sarayı tiyatrosunda Sultan Abdülhamid’in karşısında oynamıştır.”
Osmanlı döneminde tiyatro salonlarının sarayda gösterim yaptığını ve burjuva sanatı olduğunu öğreniyorum. Tiyatro izleyicisinin tiyatroya nasıl eriştiğini soruyorum.
“Tiyatrolar o zamanlarda bizim Galatasaray lisesinin arkasında bir düzlük var. Orada oynanıyordu. St. Antuan Katolik Kilisesi’nin olduğu yerler boşluktu. Şimdiki gibi binalar yok. Kule dibinde çadırlar kuruluyor. Mösyö Gavand Karaköy Tünelini yapınca çıkan hafriyatı Meşruiyet Caddesi’ndeki Tepebaşı’na doldurarak düzlük elde ediyorlar. Orası da Tepebaşı Parkı ve oraya Letafet Apartmanı ve daha sona 1914’te kurulan Dârülbedâyi Güzellikler Yurdu kuruluyor. Kimileri ‘Güzellikler Evi’ diye çeviriyorlar ama bence yurdu Türkçesi. Oraya bir dram bir komedi tiyatro salonu yapılıyor. Dolgu toprak orası. Daha sonra yavaş yavaş saray Fransa’dan tiyatrocu getirtiyor. Fransa’dan gelen tiyatrocu ‘burada tiyatrocu var mı?’ diye soruyor. Tiyatrocuların çağrılmasını istiyor. Bunun üzerine emir (ferman) çıkıyor. O dönemin kolluk birimi tiyatrocuları döve döve götürüyor. Saray yabancı tiyatrocuyu korurken yerli tiyatrocularla mesafesi var. Sevilmiyor yerli tiyatrocular ama onlarsız da edemiyorlar. Ramazan’ı da onlarsız geçiremiyorlar. Neyle eğlenecek insanlar! Dönemin tiyatrocularını zabıta dövdüğü için hepsi İstanbul dışına kaçmak zorunda kalıyor. O yüzden Eskişehir de Adapazarı’nda oynuyor tiyatrocular. Kimi mesela cami bahçesinde bileyici,kimisi başka bir iş yapıyor. Tiyatronun güvencesi olmadığı için…bugün hala da yok.”
Cumhuriyet dönemini tiyatrosunu soruyorum.
Dârülbedâyi kuruluş adıyla Dârü’l-bedâyi-i Osmânî, 27 Ekim 1914 tarihinde İstanbul Belediyesi bünyesinde konservatuvar olarak açıldıktan sonra tiyatro topluluğuna dönüşerek İstanbul Şehir Tiyatroları kuruluyor. Sinemaya bulaşıklığımız net. Fuat Uzkınay Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışını filme alarak Türk sinema tarihinde ilk filmi çeken ve aynı zamanda ilk yönetmendir. Türk sinemasının başlangıcı kabul edilir. Sanat iki dünya savaşına rağmen devam ediyor. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının ülkeyi kurtarmasını da saygı ve minnetle anmak gerekir. Tiyatro gibi atılım müzikte de oluyor,ilk beşleri Avrupa’ya gönderiyorlar. Batı klasik müziği öğreniyorlar. Yerelden evrensele doğru yerli temalara önem veriliyor. Her zaman olduğu gibi liyakatsiz yöneticiler tarafından Türk müziği yasaklanıyor. Atatürk’ün yasaklayın dediğini iddia ediyorlar. Büyük bir skandal bu tabii ki.
Türkünün kökenini anlatıyor müzik alanındaki bilgisini de konuşturarak Yaylı.
Türk müziğinin Bethovan’dan Mozart’a kadar çok kişiye ilham verdiği ve gerçekten Türk müziğinin köklü bir müzik olduğu etnik müzik dedikleri coğrafya müziğidir. Şarkı ve Türkünün kelime kökeni şöyle ‘Kü’ Öz Türkçe de müzik demek. Türkü Türkü ile halka türkü demek kolayına gelmiş. Şarkü ise Şarki-Rum yani Doğu Roma müziği, bizim şimdi sanat müziği dediğimiz şeye onlar sanat müziği diyor. Sanki halk müziği sanki yabancının müziğiymiş gibi. Bizim Türk müziği dediğimiz şey aslında sanat müziği aslında Bizans saray müziği. Osmanlıda Bizans saray geleneğini sürdürmüş. Hatta Fatih Sultan Mehmed’inde vasiyeti var. ‘Doğu Roma İmparatorluğunun da imparatoruyum,’ diyor.
Sinemanın geçmişten geleceğe teknolojik gelişimlerle birlikte geleceğini soruyorum usta tiyatrocuya.
İlk sinema mekteplisi Muhsin Ertuğrul’dur. O da Sovyetler Birliğinde eğitim görmüş. Tiyatrocularla çalışmış sinemada. Filmlerini sesli çekmeye çalışmış o günün şartlarında. Sinema için çok fedakarlıkta bulunmuştur. Tiyatrocuların yanı sıra çok fazla oyuncuya ihtiyaç var. Ama oyuncu okulları yok. Ertuğrul’un çok emeği vardır sinemaya. Hatta tiyatroculara karşı bir ara çok tepki olmuş sinemada ama sonradan harmanlanıyor. Tiyatrocuların lokomotifliğinde ilerlemiştir.
Yaylı, uzun bir süre reji asistanlığını başarıyla yürüttüğü Türk sinemasının kadın yönetmenlerinden Bilge Olgaç’a getirdim. Hem senarist hem de yönetmen olan Olgaç’ın gözünde Türk Sinemasını soruyorum.
Bilge Olgaç Türk sineması için “rağmen sinema” derdi. Her şeye rağmen yapılıyor çünkü…Hasan Karcı “Kendi yağında kavrulur bizimkiler. Kendi olanaklarıyla yapar.” Yetenek, çalışkanlık, zekâ ve yaratıcılık batıdan fazla bizde ancak bizde olanak olmadığı için mütevazı kalmıştır.
Türk Sinemasında zaman zaman önemli işler yapıldığına değiniyor.
“Mesela ‘Benim Mezarımı Taştan Oyun’ filmi sinemada en fazla seyirciye ulaşan filmdir. Hala rekorunu koruyor. Şimdiki filmler kaydediliyor ama çoğu da şişirme. Bir bilet alana bir bilet daha gibi uygulamalarla izleyici çekilmeye çalışılıyor. Eskiden salonlar bin kişilikti. Açıkhava sinemaları üç bin kişi beş bin kişilikti. Balkonluydu. Hepimiz gümbür gümbür giderdik film izlemeye…Kasımpaşa’da doğdum büyüdüm. Altı yedi tane yazlık sinema vardı sadece bizim Kasımpaşa’da. Seans bittiğinde gecenin bir vakti sokaklar insan kaynardı. O da dönemini tamamladı. Tv’ler çıkınca salonlar kapandı. Salonlar küçüldü. Söyleşiyi yaptığımız ‘Oda Tiyatrosu’ cep tiyatrodur. 50 kişilik değil mi? Cep sineması olabilir.
Sinemanın gelecekteki ilginç akıbeti teorisi ürkütmedi de değil. Hep birlikte sinemanın hüzün dolu geleceğini dinliyorum.
Uzak Doğuda dört dakikalık diziler ve filmler yapılıyor. İnsanlar cep telefonlarından izliyor artık filmleri. Artık 40 saniyeye indireceklermiş. Mesela metro beklerken pat diye aç izle. İki bölüm dizi izleyip yoluna devam edecek insanlar. Sinema buraya doğru evriliyor. Artık sinema cebe indi. Sinemanın akıbeti çok parlak değil. Bu bize dayatılan tiyatronun çerçeveli sahne ve uzun salonun, burjuvaya yaslanan tiyatronun uzun ömürlü olmadığını ustaların ustası hocam Erkan Yücel söylerdi. Onun öğrencileri de ustaların ustası oldu.
Sinemanın akıbetinin de tiyatronun burjuva elinde nasıl çerçeveli sahneye mahkûm edildiyse sinemanın da çerçeveli teknolojiye mahkûm olduğunu duymak acı verici.
Sanat diye tarif edilen şey burjuvanın tarifidir. Resim yapanlara baktığımızda ölümlerinin ardından 100 yıl geçiyor. Sonra meşhur oluyor. Çünkü saraya ve zenginlere resimler yapıyorlar. Sanatlarını karınlarını doyurabilmek için kullanıyorlardı.
Tiyatronun ve sinemanın geleceği hakkında ilginç bilgiler veren Yaylı için tiyatrocuların yaşadıkları zorlukları sordum. Malum hayat tek düzlemde gitmiyor. Ekonomik sıkıntılar var. Bunun yanında okuduğum haberlerde tiyatrocularında unvan gaspları da yok değil. Bu konuyu da ilerde kaleme alacağımı dile getirmek istiyorum, siz kıymetli okuyucularım için.
KÜLTÜR - SANAT Haberleri
25.12.2024 - 14:20
25.12.2024 - 11:45
25.12.2024 - 11:32
25.12.2024 - 07:00
24.12.2024 - 07:15
24.12.2024 - 07:00
24.12.2024 - 07:00
24.12.2024 - 07:00
23.12.2024 - 15:09
23.12.2024 - 09:58